28 Şubat 2014 Cuma

KARS - 8 ay beyaz, 2 ay ayaz, 2 ay yaz

KARS - 8 ay beyaz, 2 ay ayaz, 2 ay yaz 


Bizi Ankara'dan Kars'a getiren Doğu Ekspresi'nden indiğimizde akşam saat sekize geliyordu. Kars'ın kış keşfi için 2 günümüz vardı. İlk gün Çıldır gölü civarı, ikinci gün Sarıkamış civarı gezilecek, kaz, hangel, piti, yerel ne varsa yenilecek, kilo alınarak ve eğlenilerek dönülecekti. Trenden indikten hemen sonra, nefes alırken burnumuzun içinde buz kristalleri oluştuğunu hissettik. Eşyalarımızı otele atıp, yemek yemek için dışarı çıktık, ve işte o akşam bir ocakbaşı restoranında ejder kebabıyla tanıştık. Anoooo, o nasıl bir lezzet.. İçinde hem dana eti, hem koyun eti, hem beyaz et ve daha türlü malzemeler var. Lezzeti damağımızda kaldı gerçekten. İlk günün yorgunluğu var üzerimizde, çok oyalanmadan dinlenmeye geçmek istiyoruz. Restoran nasılsa yakın diye otelden termal içliklerini giymeden ayrılan ben dahil birkaç arkadaş, -16 derece soğuğu içimizde hissedince otele koşarak dönmek zorunda kaldık. Kızların botlarının altında Ankara'dan çıkmadan temin ettikleri çivili tabanlar mevcut. Böylelikle buz kaplı Kars yollarında, kaldırımlarında düşmeden yürüyebildiler.


Kars'taki ilk sabahımızda ilk durağımız Çıldır yolu üzerindeki Azeri - Sünni mezarlığı idi. Yol kenarında, kar altındaki bu tarihi mezarlığın etkileyici bir atmosferi var. Epeyce fotoğraf çektikten sonra, bir sonraki durağımız olan Doğruyol Köyü'ne doğru yol almaya başlıyoruz. Bu esnada solumuzda donmuş Çıldır Gölü de tüm haşmetiyle kendini sergilemeye başlıyor. 






Doğruyol köyüne geliş amacımız, barındırdığı Gürcü kilisesi ve tarihi cami. Köylüler bu camiyi onarıp kullanmak için epey uğraşmış ancak Kültür Bakanlığı'ndan gerekli izni alamayınca kızıp kendilerine yeni cami yapmışlar. Köye vardığımızda hemen köyün erkekleri bizleri selamlıyor, onlarla sohbet ettikten sonra kilisenin içine girebilir miyiz diye soruyoruz. Anahtarı bekçideymiş. Bir çocuk gönderiyorlar bekçiyi çağırmak için, ancak bekçi gelmek istemiyor. Anahtarı versin diyoruz, onu da kabul etmiyor. Bir de biz gitsek diyoruz. Oradaki abilerden biriyle beraber, o sırada bakkalda bulunan bekçinin huzuruna çıkıyoruz. Sağ olsun bizi kırmıyor, ancak gelirken muhtardan izin aldınız mı diye soruyor. Ben de aldık aldık deyince biraz sinirleniyor muhtara. Kiliseye gireceğimiz sırada "yalnız" diyor, "fotoğraf çekmek yasak". "Peki" diyoruz, "flaşsız çekeriz", "yok" diyor "o da yasak, savcılıktan yazılı izin getirmeniz lâzım". Haydaaa, muhtardan izin koparırız da savcıyı nerden bulacağız şimdi. Tabi fotoğraftan vazgeçip kiliseye giriyoruz. İçerisi virane, depo olarak kullanılıyor anlaşılan. Hemen yan kapısından camiye geçiş var. Yapı, genel yerleşim olarak klasik bir cami ancak renkleri itibariyle diğer camilerden ayrılıyor. İçeride kullanılan her şey rengarenk. Üst katın korkulukları bile farklı farklı renklere boyanmış. Buna çok benzer bir camiyi Artvin'in Efeler köyünde görmüştüm. Ancak orada ibadete açık idi. Dileriz bu cami de, kilise de aslına uygun olarak restore edilerek turizme kazandırılır. Aksi takdirde şu anki bakımsızlıklarıyla çok fazla ayakta duramazlar. Tüm köy ahalisiyle tek tek tokalaşıp vedalaştıktan sonra yola çıkıyoruz. 


Sıradaki durağımız Şeytan Kalesi. Dik bir yamaca kurulu olan kaleyi ancak uzaktan görüp fotoğraflayabiliyoruz, kaleyle yol arasında derin bir deprem yarığı mevcut. Uzaktan görünüşü güzel, ancak yakınına gidemeyince bizi çok da sarmıyor, yola devam ediyoruz. 



Saat öğleyi geçti, acıktık, göl kenarında bulunan bir balık restoranı var, oraya doğru gitmek üzere yola çıkmışken, bir de bakıyoruz gölde avlanan balıkçılar var. Minibüsü durdurup koşarak oraya gidiyoruz, ancak nafile, bugünlük avlayacaklarını avlayan balıkçılar dönüyorlar. Biz de oraya boşuna gelmiş olmayalım diye sonsuz beyaz zemin, mavi gökyüzünü bulunca epey fotoğraf çekiyoruz. Sertaç'ın 4 metrelik renkli atkısı bu fotoğraflarda başrolde :)




Artık göl kenarındaki restorana gidebiliriz, zira hakikaten acıktık. Burası tam gölün kenarında, 2 tane atlı kızak kapısında bekliyor, isteyenleri göl üzerinde gezdiriyor. Oraya varmamızla kalkmamız bir oluyor, çünkü yakınlarda bir balıkçı daha önce göle attığı ağını toplamak üzere. Hemen oraya gidiyoruz, ve biz gidince oğluyla beraber ağı çekmeye başlıyorlar. Gölde değişik sazan türleri var, başta aynalı sazan. Oradaki adı sarı balık. Donmuş gölde balık tutmak epey zahmetli, zor bir iş, buzda açtıkları iki nokta arasında ağ germek başlı başına ustalık gerektiren bir şey. Hele ki daha soğuk, karlı, fırtınalı havalarda Çıldır'da balık tutmak iyice zor. Norveçli balıkçıların kremlerinden de yok tabi ki ellerinde, kına yakılmıştı sadece elleri çok yara olmasın duasıyla.




4 tane aynalı sazan çıktı ağdan, memnundu balıkçı, yanlarından ayrılıp restorana döndük atlı kızaklarla. Sarı balığın ızgarası olmuyor, ancak yağda kızartılıyormuş. Bir hayli kılçıklı bir balık, yağda kızarınca da iyice zor oluyor yemek, ancak lezzetli. 

Balıkları da yedikten sonra Çıldır'la vedalaşma zamanı. Dönüş yolunca uzun uzun izlemeye devam ediyoruz Çıldır Gölü'nü. Kars'a döndüğümüzde hava kararmak üzere, minibüsten kalede inerek, o civardaki tarihi bölgeyi geziyoruz. 


Akşam yemeğinde evelik otu çorbası, hangel ve kaz var. Evelik otu bu bölgeye özgü bir ot, kurutularak bu çorbada kullanılıyor, çok da lezzetli. Hangel, kısaca mantının boş olanı. Onu da çok seviyoruz. Lâkin kaz, bizi pek tatmin etmiyor. İçimizde bir tek Volkan sevdi, ona da "Son 1 yılda sevmediğin herhangi bir yemek oldu mu?" diye sorunca epey düşünerek cevap verdiğinden bu konuda çok güven vermedi :))

Yemeğin ardından yine otelin hemen yakınında canlı müzik yapılan bir mekâna geçiyoruz. Buraya gündüz uğramıştık ve sahibi bu tarihi mekânı bize gezdirirken özellikle tavanın ve tabanın orijinal Rus işgali zamanından kalma, ahşap dokusuyla korunduğundan bahsetmişti. Tarihi bir binada yerel müzikleri dinlemenin keyifli olacağına şüphemiz yok. Akordeon, gitar ve keman eşliğinde yörenin güzel türkülerini dinlerken zaman geçtikçe biraz sıkılıyoruz açıkçası. Bunu onlar da fark etmiş olacaklar ki, biraz daha hareketli türküler, şarkılar çalmaya başlıyorlar. Hareketli Kafkas ezgileriyle beraber kurtlanmaya başlayan KHBAG ekibini Entarisi Dım Dım Yar çalmaya başladıktan sonra masada tutmamız imkansız hale geliyor. O sakin entelektüel ortamdan dım dım yar'a geçiş aşaması/hızı kesinlikle bir tez konusu olabilir. Bu aşamada ben de bendiri alıyorum elime, daha da hızlanıyor müzik. Oyunlarda başrol Ayşe ve Nihan'ın. Gecenin ilerleyen saatlerinde bir ara Hamuki'nin gözü bu 150 yıllık binanın orijinalliği bugüne kadar korunmuş olan ahşap tabanına ilişiyor. Geldiğimizde gıcır gıcır olan ahşap tabanın üzerinde çizikler var sanki, çok belli etmeden bana da gösteriyor. Nasıl olabilir diye düşünürken ritme kendini kaptırmış olan Ayşe'nin botlarına ilişiyor gözümüz ve tabi botlara takılı olan çivili tabana. Ayşe'yi kenara çekip söylüyoruz ama iş işten geçmiş artık. Sağ olsun mekanın sahipleri gecenin sonunda "önemli değil, sizden bir hatıra kalmış oldu, güzel oldu" diyerek içimizi rahatlattılar ama o zemini o halde ilk gördüğümüz andaki endişemizi hiç unutmayacağız. 

Ertesi günkü hedefimiz Sarıkamış'ı keşfetmek idi. Sarıkamış'a geldiğimizi beyaz karla gelin gibi süslenmiş olan çam ormanlarından anladık. İlk durağımız Katerina'nın Av Köşkü. Hep fotoğraflarda görüp merak ettiğimiz bu 19. yüzyıl eserinde hiç çivi kullanılmamış. Köşk Sarıkamış'ı yukarıdan gören bir tepeye kurulmuş ve kışın oraya çıkan yol kapalı, açılmıyor. O yüzden minibüs şoförümüz aşağıdaki yolda durdu ve köşkü işaret ederek, "köşk yukarıda, oraya çıkmak mümkün değil, siz de çıkmayın, çok af edersiniz köpekler oluyor etrafta" dedi. İlk kez etrafta köpekler olduğu için bizden özür dileyen biriyle karşılaşıyorduk. Anlamaz gözlerle birbirimize bakarken dedi ki "Arabadan inmeden mi fotoğraf çekmek istersiniz, yoksa inecek misiniz?". Sarıkamış'a geliş amacımız olan köşkün arabadan fotoğrafını çekip dönecekmişiz.. Daha neler, hemen montlarımızı giyip aşağı indik ve hızla Katerina'nın Av Köşkü'ne doğru dizimize kadar gelen kara batıp çıkarak ilerledik. Giderken önümüze çıkan yarısı donmuş dereyi, Hamuki'nin büyük fedakarlıkları sonucunda biraz ıslanarak da olsa geçmeyi başardık. Son yokuşu da tırmanınca Katerina'nın Av Köşkü bütün ihtişamıyla önümüzdeydi işte. 


Maalesef sahiplenip burayı restore edecek, bakacak, işletecek bir yatırımcı çıkmadığından kaderine terk edilmiş durumda. Bu devasa ahşap köşkün tüm odalarını gezip her bir duvarındaki, ilçenin tüm liseli sevgililerinin isimlerini okurken, eski görkemli günlerini gözlerimizde canlandırmaya çalışıyoruz.. 



Sonraki durağımız, ilçenin merkezinde sayılabilecek olan, yine Rus işgali döneminden kalma Yanık Kilise veya o dönem verilen ismiyle St. Michail kilisesi. Bu kilise de Kars'ın merkezindeki bir çok kilise gibi, sonradan bir minare eklenerek camiye dönüştürülmüş. Öyle olunca ancak dışarıdan bir kaç fotoğraf alıp Sarıkamış Şehitleri Anıtı'na doğru yol alıyoruz.



Yakın Türk tarihinin en büyük trajedilerinden birisine sahne olmuş bu topraklar 90 bin askerimizin mezarı olmuş. Bizler, üzerimizde kalın montlarımızla anıtın önünde titrerken bundan neredeyse yüz yıl önce bu topraklarda donarak şehit düşen askerlerimizin önünde saygıyla eğiliyoruz.




Sarıkamış gezimizin son durağı, son dönemde adını sıkça duymaya başladığımız kayak pisti. Kayak yapmayacak olsak da alıyoruz paslarımızı ve telesiyejlerle zirveye çıkıyoruz. Bu KHBAG olarak çıktığımız en kolay zirve olarak tarihe geçiyor. Aradaki restoranın hemen önünde cağ kebabı yapıldığını görüyoruz. Garson yanımıza yaklaşıp "Cağ kebabımız güzeldir, ustasını Kosova'dan getirttik" diyor. Kosova mı? Yahu cağ kebabı Erzurum'a has bir yiyecek değil mi? Kosova ne alaka? Ama garson ustanın Kosovalı olmasıyla övünmekte kararlı olunca bir tadına bakalım diyoruz. iyi ki de demişiz, biz çok sevdik, yolunuz düşerse, mutlaka Kosovalı ustadan bir cağ kebabı yiyin :)

Dönüş yolunca Kars merkezdeki bence en güzel yapılardan birisi olan Fethiye Camii'ne uğradıktan sonra öğle yemeğine doğru yol alıyoruz. Bugünün menüsünde lahana sarma ve piti var. Bu yemekleri önceden sipariş etmek gerekiyor. Biz de gideceğimiz restoranı arayıp sabahtan sipariş vermiştik. Bizim buralarda sarmaların küçüğü makbuldür, orada tam tersi, lahana sarma koca koca geldi, çok da lezzetliydi. Ardından pitilerimiz de geldi cezveye benzer pişirme kaplarının içinde. Önce bir tabağa lavaş ekmek doğradık, ardından pitinin safranlı suyunu döktük ve yedik. O bitince de aynı tabağa kabın içinde kalan ne varsa döktük, ve onları da yedik. İçeriği kırmızı et, kuyruk yağı, nohut ve safran. Bu yemeği de çok sevdik. Bir porsiyonu iki kişiyi rahatlıkla doyurur. 






Bu restoranda Karslı fotoğraf sanatçısı Kadir Ekinci ile karşılaştık. Kendisi bizim Ayşe ile AFSAD'dan dolayı tanışıyorlarmış, öyle olunca biz de hemen tanıştık. Bizi aldığı gibi Çobanoğlu kahvesine götürdü. Burası Kars'ın yetiştirdiği en büyük aşıklardan Aşık Murat Çobanoğlu'nun kahvesi imiş, ancak kendisi 2005 yılında vefat etmiş. Şimdilerde bu kahve el değiştirmiş ve her Çarşamba akşamı Karslı aşıkların atışmaları yapılıyormuş. Biz Çarşamba akşamına kalamayacağımızdan orada bulunan bir aşık ile bizim Kadir hoca bizim için kısa da olsa bir atışma yapıyorlar. Ardından da ışığı kaybetmeden bizleri kale civarında gezdirmeye başlıyor Kadir hoca. 

Önce, Doğu'nun Ayasofya'sı denilen Kümbet Camii ya da Havariler Kilisesi'ni fotoğrafladık. 

 
Sonra, "Kozmos" ve "Deli Deli Olma" filmlerinin çekildiği mekanlarda dolaşıp onun liderliğinde bir çok fotoğraf çektikten sonra, Kadir Ekinci'yle vedalaşıp kendimiz dolaşmaya devam ediyoruz.




Bu sırada yanımızdan geçen takım elbiseli, pardösülü bir adam Sertaç'ı durdurup "Uçakla mı geldiniz" diye soruyor. Kars'ın orta yerinde, tarihi bir köprüden geçerken neden birisi size "uçakla mı geldiniz?" diye sorar ki. Sertaç da bunu anlamaya çalışırken adam tekrar "Uçakla mı geldiniz?" diye soruyor, Sertaç "trenle" diyor. Adam tekrar "uçakla mı geldiniz?" diyor, Sertaç da tekrar "trenle" diyor. Ardından adam cebinden bir kart çıkarıp uzatıyor, kartı okuyamıyoruz tabi ama adamın kartı çıkarış şekli "FBI, şu andan itibaren tutuklusunuz!" der gibi. Anlam veremiyoruz tabi, ve diyor ki adam "Benim kafem var, eğer uçakla gelmiş olsaydınız size çay ısmarlayacaktım". Haydaaa! Adam böyle diyor ve gidiyor. Kars'ta kafesi olup, sadece uçakla gelenlere çay ısmarlayan birisi var. Eee biz fakiriz, trenle geldik diye mi bize çay ısmarlamıyor. Bu adamın sırrını dönüşte anlayacaktık, o an için hiç bir şekilde anlam veremesek de fakir ama gururlu gençler olarak karanlıkta sokak lambaları altındaki karlı sokaklarıyla daha da güzelleşen Kars'taki son akşam yemeğimize, yani tahmin edebileceğiniz gibi ejder kebabına doğru yol almaya başlamıştık bile.. 



Dönüşü bir grup trenle, bir grup uçakla yapıyordu. Ben uçakla dönen gruptaydım. Dönüşte rehberimiz bize ben sizi toplam 20 liraya havaalanına bırakayım dedi. 4 kişiydik, tamam dedik. Ben gelemesem de taksi gönderirim dedi. Neyse kendisi gelemedi, taksi geldi, biz de bindik. Giderken "20 lira değil mi" diye sorduk, taksici de "taksimetre açtım" dedi. Biz de "ama biz 20 liraya konuşmuştuk" dedik, o da "zaten Kars'ın bi ucundan bi ucuna gitsen 30 lira tutar" dedi. E havaalanı da Kars'ın bi ucundan bi ucu olmadığına göre zaten ucuza gideceğiz diye düşündük biz de. Havaalanına vardık, 30 lira tuttu :))) 

Kars'ın sürprizleri bitmek bilmiyordu, daha ne olabilir ki diye düşünürken havaalanının içindeki kafeye adımımızı atmamızla beraber onu görmemiz bir oldu. "Uçakla mı geldiniz" amca karşımızdaydı. Meğer kafe onunmuş. Havaalanında kafesi olduğu için "uçakla mı geldiniz" diye soruyormuş, şehirde gördüğü yabancıları havaalanındaki kafesine davet ediyormuş. Oturup içecek bir şeyler söyledik, kendisi bize sağ olsun tost ısmarladı. Kalkmak için hesabı istediğimizde de bize kızıp "durun daha erken, şimdi inseniz aşağıda canınız sıkılır" deyip birer de çay ısmarladı. 

Kars, güzel insanları, tarihi taş binalarıyla, buzuyla, karıyla, Çıldır gölüyle, muhteşem yemekleriyle kış favorilerimizin ilk sırasına yerleşti. Ani'yi kışın göremedik, yaşayan son malakanı da. Acelemiz de yok zaten, yakın zamanda tekrar gelmek için planlar yapmaya başladık bile. Kars'la arayı açmaya hiç niyetimiz yok.. 

Yazı, Video ve Fotoğrafların Her Hakkı Murat Önder ve K.H.B.A.G. na aittir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder